Mert KERSE
Yaygın bilinen ismi ile 2. Meşrutiyet. Meşrutiyet kelimesi, Kubbealtı Lugatı’na göre Arapça ‘Meşrut’ (şarta bağlı, şartlı’dan) türetilmiş. Bizim anlamamız gereken anayasalı ve meclisi bulunan saltanat rejimi. Bu rejimin anayasasına Kanun-i Esasi, meclisine ise Meclis-i Umumi diyoruz. Bu meclis de ikiye ayrılıyor. Oylama yolu ile seçilmiş Meclis-i Mebusan ve senato görevi gören, padişahın atadığı üst düzey görevlilerden oluşan Meclis-i Ayan. Mebus bugünkü kullanımı ile Milletvekili anlamını taşıyor. Meşrutiyet, 2. Abdülhamid döneminin en önemli hadiselerinden biridir ve Cumhuriyet rejiminin de kurulmasında etkili olmuştur. Hatta Cumhuriyet’in kuruluşundan 1935 yılına kadar Meşrutiyet’in ilanı, İyd-i Milli ismi ile resmi bayram olarak kutlanmıştır.

Nasıl Kabul Edilmişti?
İlk olarak 1876 yılına gidelim. Tahttaki isim Sultan Abdülaziz. 1876’dan önce batılılaşma süreci Mustafa Reşid Paşa’nın Tanzimat-ı Hayriye’yi okuması ile başlamış, mali kriz derinleşmiş, otokratik eğilimler artmış, dış borçlar ve saray harcamaları fazlalaşmış ve Balkanlar’da ayaklanma sesleri duyulmaya başlamıştı. Bu sıkıntılardan hoşnut olmayan Midhat Paşa, Rüştü Paşa ve Avni Paşa gibi isimler bir darbe planlanmasının şart olduğuna karar vermiştir. 30 Mayıs 1876 yılında ise Abdülaziz’e darbe yapılarak, hal kararı bildirilmiştir. Abdülaziz’in yerine 5. Murad tahta geçirilmiş, Abdülaziz ise Feriye Sarayı’na götürülmüş kısa bir sonra bilek damarları kesilmiş bir şekilde ölü bulunmuştur. Resmiyete intihar olarak geçse de yakın çevresi ve özellikle Şehzade Yusuf İzeddin Efendi bunun bir suikast olduğu düşüncesindedir (Ayrıca, Yusuf İzeddin Efendi de 1916 yılında kendi evinde ölü bulunmuştur). Tarihçilerin ortak görüşü ise kesinlikle Abdülaziz’in ölümünün intihar değil suikast sonucu gerçekleştiği yönündedir. Abdülaziz’in ardından tahta geçen 5. Murad da çok süre geçmeden tahtı 2. Abdülhamid’e bırakacaktır fakat burada önemli olarak bilinmesi gereken husus, 5. Murad’ın tahtı kendi isteği ile bıraktığı değil, 2. Abdülhamid’in Midhat Paşa ve çevresi ile anlaşıp 5. Murad’ın darbe ile indirildiğidir. 2. Abdülhamid tahta geçerken anayasalı ve meclisi olan bir rejime geçmeyi kabul etmiştir.

1876 yılında Midhat Paşa başkanlığında kurulan bir komisyonun, Kanun-i Esasi adıyla bilinecek ilk anayasa taslağını hazırlamasıyla atılmıştır. Anayasanın, özellikle Avrupalı devletleri Osmanlı’nın iç işlerine karışmaktan alıkoymak amacıyla, Tersane Konferansı’nın toplandığı 23 Aralık 1876 tarihinde ilan edilmesi dikkat çekicidir. Her ne kadar bu gelişme anayasal monarşiye geçişin sembolü olarak değerlendirilse de, padişahın yetkileri önemli ölçüde korunmuştur. Örneğin, yürütme yetkisi padişaha ait olup nazırları atama ve görevden alma hakkı elinde bulunduruyordu ve devletin selameti gerekçesiyle kişileri sürgün etme yetkisi de anayasal güvence altına alınmıştı. Bu noktada, anayasa hazırlıkları sürecinde yaşanan siyasi mücadeleleri de unutmamak gerek. Meşrutiyet’in ilanı sürecinde Midhat Paşa ile saray çevresi, özellikle Mabeyn-i Hümayun arasında yoğun bir çekişme yaşanmıştır. 2. Abdülhamid’in anayasa hazırlıklarında Mabeyn yetkilisi Küçük Said Paşa’yı görevlendirmesi, padişahın sürece dolaylı müdahalesini göstermektedir. Said Paşa’nın ısrarlı girişimleri sonucu, padişaha olağanüstü durumlarda sürgün yetkisi veren 113. madde anayasa metnine dahil edilmesi bundan kaynaklıdır. Midhat Paşa bu maddenin kabulünü engellemek için yoğun çaba harcamış, ancak başarılı olamamıştır. Nitekim dönemin devlet adamlarından Çorluluzade Mahmud Celaleddin Paşa, Mirat-ı Hakikat adlı eserinde bu gelişmeyi sert bir şekilde eleştirmiş ve Mabeyn’in anayasa sürecine doğrudan müdahalesini “Meşrutiyet hükumeti içinde istibdat” sözleriyle tanımlamıştır. Bu yetkilerden nasibini ilk olarak Midhat Paşa alacak ve görevinden azledilerek Yıldız Mahkemesi’nde idam cezasına mahkum edilecektir. Akabinde cezası sürgüne çevrilmiş olan Midhat Paşa, sürgüne gönderildiği Taif’te edilmiştir (1884). 2. Abdülhamid, Kanun’i Esasi’nin kendisine tanınan yetkiye dayanarak 93 Harbi olarak bildiğimiz, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nı gerekçe göstererek meclisi süresiz olarak tatil etmiş ve anayasayı askıya almıştır. Bu dönemden sonra artık mutlak bir Abdülhamid yönetimi başlayacaktı.
Bu olaylar yaşanırken gelecekte Türkiye Cumhuriyeti’ni kuracak olan kadro daha çocuk olup, gençlikleri de 2. Abdülhamid dönemine denk gelmektedir. Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Hürriyet Kahramanı olarak adlandırılan Resneli Niyazi Bey ve Enver Bey (Paşa) 2. Abdülhamid’in modernleştirdiği okullarda okumuşlardır. İleride de tek amaçları hükumet karşıtlarının söylediği gibi ‘Zapt edilen Meşrutiyeti tekrar ilan ettirmek’ olacaktı. O dönemde kötü giden her şeyin çaresi Meşrutiyet’in tekrar yürürlüğe girmesi ile düzeleceği düşüncesinin hakim olduğudur. Servet-i Fünun mecmuasının yönetiminde bulunmuş önemli bir edebiyatçımız olan Hüseyin Cahit Yalçın’ın hatıratları da bu söylediğimi desteklemektedir. ‘Meşrutiyet olsa, şu yönetim yıkılsa, özgürlük gelse, her şeyin çaresi bulunur deniyordu (Siyasi Anılar, Hüseyin Cahit Yalçın). Bir diğer hatırata baktığımızda ise ‘Bu Hürriyet nedir? Nereden gelmiş? onu ecnebi ülkelerin birinden gelmiş bir rahibe diye tarif edenler görülmüştü’. Açıkcası bu sözler mübalağa da olsa halkın meşrutiyetin ne olduğu konusunda bir fikri olmadığını anlayabiliyoruz. Bu da Meşrutiyetçilerin halk üzerinde çok iyi bir propaganda yaptığı kaçınılmaz gerçeklerden bir tanesi. Öte yandan bazı Meşrutiyet karşıtları ise Meşrutiyet yanlılarının dinsizlikle, Mebuslar Meclisini de gavurluk ile suçladıklarını unutmamak gerek. 1908 yılına gelindiğinde Resneli Niyazi Bey ‘Aşağılık bir hayat sürmektense ölmeyi seçtim. Onun için mavzerlerle donanmış 200 vatansever adamımla birlikte, vatanım için ölmeye gidiyorum’ diyerek Ohrid yakınlarındaki dağa çıkacak ve resmi olarak Meşrutiyet için Abdülhamid’e karşı isyan başlatacaktır. Ayrıca İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın yayımladığı Hatırat-ı Niyazi isimli eserde Enver Bey tarafından Resneli Niyazi Bey’e gönderilen mektupta Enver Bey’in, Resneli Niyazi Bey’i desteklediğini de görüyoruz.

‘RESNE ÇETESİ KUMANDANI NİYAZİ EFENDİ’YE, Kahraman kardeşim, muhterem kardeşim, muhterem ve aziz vatandaşım. Kati bir ölümü göze alarak vatanın kurtuluşu için dağlara çıktığını, her biri ateş parçası olan 200 vatanperverin seninle olduğunu, alçak, alçak olduğu kadar korkak olan hükumeti şaşkınlığa düşüren beyannemelerinin okunduğunu sevinçle öğrendim. Bu kahramanca hareketini bütün vatanseverler gibi ben de acizane takdir eder ve tebriklerimi arz ederim’.

Akabinde Enver Bey de destek için dağa çıkacak, bu başkaldırı başarı ile sonuçlanacak ve Abdülhamid yıllardır askıda olan Kanun-i Esasi’yi ve meclisi yeniden yürürlüğe geçirmek zorunda kalacaktır. Meşrutiyet’in tekrar yürürlüğe girişi Selanik’te ve özellikle Manastır’da coşkuyla karşılanmıştır. Gerçi Balkan coğrafyasında Meşrutiyet yanlılarının, Meşrutiyet karşıtlarını bölgelerinde barındırmadıklarını da hatırlamamız gerekiyor. Meşrutiyet’in tekrar kabulü Gayrimüslimler tarafınca da hoş karşılanmış, hatta Hristiyan din adamları da Meşrutiyet kutlamalarında bulunmuşlardır. Başkent Konstantinniye’de ise kutlamalar o kadar coşkulu olmuştur ki insanlar kutlamaları görmek için cami kubbelerine kadar tırmanmışlardır.
Peki bundan sonra her şey düzelecek miydi?
Meşrutiyeti yeniden kabul ettirenler genç ve tecrübesiz zabitlerdi. Bir de bunu İttihat ve Terakki kurucu liderlerinden biri olan Dr. Nazım’ın sözlerine bakarak görelim; ‘Hürriyet ilan edildiği zaman Selanik İttihat Terakki Merkezi kasasında benim bildiğim 12 Lira vardı. Ortada da laf anlar bir Talat Bey gözüküyordu. Gerçi Enver Beyle Niyazi Bey de vardı. Ama bu kahramanlar, henüz dağdan inmişlerdi ve sadece askerdiler. Hulasa Paris’te bulunan, benden başka tanıyanı olmayan fakat hepimizin ümidimizi bağladığımız Ahmed Rıza Bey’i bir tarafa bırakırsak, bütün kadro bir avuç genç zabitten ibaretti’. Kanun-i Esasi yeniden revize edildikten kısa bir süre sonra 1909 yılında Meşrutiyete karşı bir ayaklanma gerçekleşmişti. Fakat bu işin arka planı sadece Meşrutiyet karşıtlığı değil, İttihat ve Terakki’nin kendisine ve meşrutiyete karşı olan her şeyi ortadan kaldırması ile bağlantılıdır. Örneğin, Serbesti Mecmuası’nda fikirlerini eleştirel bir şekilde dile getiren Hüseyin Fehmi Bey, İttihat ve Terakki tarafından öldürülmüştür. Öldürüldüğü 6 Nisan günü ise bugün hala Öldürülen Gazeteciler Günü olarak kabul edilir. 13 Nisan günü Meşrutiyet’e karşı isyan sesleri yükselirken Selanik’ten gelen ve kendisine ‘Hareket Ordusu’ olarak adlandıran askerler (ki içlerinde Mustafa Kemal Bey de vardır) isyanı sertçe bastırmış ve suçluların bazılarını idam ettirmişlerdir. Bu olay ise tarih kitaplarımızda 31 Mart Vakası olarak karşımıza çıkar. 31 Mart Vakası sonrası ise Abdülhamid tahttan indirilecek ve yerine Mehmed Reşad geçecektir.
Son olarak, Hem Meşrutiyet öncesi ve Meşrutiyeti takip eden süreçte çok kan dökülmüş fakat sonucunda karşıtlık ve yandaşlık uğruna hayatını kaybetmiş kişiler aynı yerde yani 2. Mahmud Türbesi’nde medfunlardır. Örneğin, İttihat ve Terakki kurucularından İshak Sukuti Bey, Meşrutiyet karşıtı düşüncelerini yayımladıkları için öldürülen 2 gazetecimiz Hüseyin Fehmi Bey ve Ahmed Samim Bey, İttihat ve Terakki’den Sadrazam Said Halim Paşa, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid. Bu da tarihin bir cilvesi diyelim…
22 Temmuz 2025, İstanbul


Bir yanıt bırakın