
YOLA ÇIKANLA YOLDAN DÖNEN
Tüm dünyada ses getirmiş olan ünlü roman Simyacı’nın bir yerinde yazar Paulo Coelho, ana karakter olan delikanlıya çölde rehberlik yapan simyacı karakterine şu sözü söyletir.
“Öğrenme eyleminin tek bir yolu vardır. Bunu biliyorsun. Yolculuk etmek.”
Biz rehber tayfasının arşınladığı yolları birbiri ardına dizseler buradan nereye yol olur meçhul ama kimsenin kolay kolay göze alabileceği bir mesafe olmadığı da kesin. Yine edebiyattan örnek vermek gerekirse, yola çıkanla yoldan dönen beden aynı olsa bile ruh farklı bir kimliğe bürünmüştür bir kahraman gibi. Gidilen yerlerin adetlerinden tut da rehberlik yaptığımız insanların bizle tanışana kadar kazandıkları kimlikler, yanı başından geçtiğimiz şehirler ve o şehirlerde yaşayan adını bilmediğimiz bir sürü insan bize bir şeyler katar bir başka hale koyar. Eşyanın tabiatı böyle, kabullenmek lazım. Evliya Çelebi bir yere kadar bizim derdimize tercüman olur.
“Bendeniz Evliya kulunuz, kimin arabasına binerse onun türküsünü söyler.”
Bugüne kadar saymadım kaç kişiye kaç tur yaptım diye ama her seferinde ayrı keyif aldım. Aynı yerlere gitsem bile. Zira herkesin dikkat ettiği ve tepki verdiği zamanlar ve mekanlar farklı her daim. Pek uzmanı olmasam dahi bu farklı tepkileri gördüğüm yerlerin başındaysa Japonya geliyor. Seveni çok seviyor, sevmeyeni hiç memnun değil. Hal böyle olunca iş rehbere düşüyor, para veren misafirin memnun ayrılması adına türlü çeşit teşebbüslerde bulunmak. Bu satırların gözleriyle şahidi olan değerli meslektaşlara bunun nasıl yapılacağını anlatmak değil derdim. Bir dereceye kadar ben ne gördüm, neye şaşırdım, ne umdum neleri bulamadım onları özetlemek kendi lisanımca.
Rehberlik o kadar meşakkatli bir meslek ki katlanılması gereken, ayak uydurulması gereken çok şey var. Hele mevzu Japonya ise. Evvela yaklaşık üç yüz insanla beraber kanatlı bir tüpün içinde yerden 11 bin metre yukarında tam on iki saatlik bir esaretin çilesi geliyor. Kolay değil koca Asya Kıtası’nın bir ucundan ucuna gitmek. Böylelikle neden İngilizce “Travel” fiilinin, Fransızca “Travailler” kelimesinden geldiğini anlıyorsunuz. Manasını merak eden lügate, kolay bilgi yok. Neyse, yer yer çeşitli yoga egzersizleriyle fazlasıyla şişmiş uzuvların verdiği sancıyla varılan başkent Tokyo’nun Narita havaalanında, anime karakterleri ile renkli bir şekilde karşılanarak ülkeye giriş yapıyorsunuz efendim. Ülkeye girişte pasaport tek başına yetersiz kalıyor. Bir de form doldurmalısınız. Bu kadar teknolojik bir ülkenin hattat hassasiyetiyle doldurulması gereken bir formu neden istediğini düşünmeksizin sıraya girip, saçları 80’li yılların TRT’sinde İngilizce dersler veren kadının tarzında form verilmiş görevlinin ‘sürat felakettir’ şiarıyla yavaş yavaş pasaporta intibak etmesine sabredip sevinçle ülkeye giremiyorsunuz zira bir de yanınızda on bin dolardan fazla para olmadığına dair yazılı bir belge daha doldurmanız lazım bagajları aldıktan sonra. Bir bilgisayar oyunun katmanları gibi zorluk derecesi gittikçe artan süreci yanınızdaki misafirlere kolaylıkla anlatamayacağınıza değinmiyorum bile. Yapılan koro izahatın ardından solo izahatlar başlıyor.
Ben böyle işaretledim olur mu?
Yanımda olan net parayı yazayım mı?
Benim kalem yazmıyor
Sigara içme alanı nerde rehber bey? (Bu soruyu hafife almayın derim.)
Bu gibi bir sürü soruyu da atlatınca huzura eremiyorsunuz hemen. Dedim ya daha bölüm sonu canavarı gelmedi. Voltaj. Ülke nedense Amerika’nın kadrine uğrasa da onların voltajını kullanıyor. Yanınızda bir adaptör olmalı. Ancak her adaptör değil. İki uçlu ama uçları yassı iki çubuklularından. Küçük bir katkı, bagaj alım noktasından çıkınca solunuzda Change Office, sağınızda market var. Önce parayı bozun sonra adaptörü alın, market çalışanı çok bozuluyor diğer türlü.
O kadar yoldan sonra otele geldik diyelim bu sanal gezimizde. Yayılayım demeyin, hatta denemeyin. Zira tüm otel odaları bizim banyolarla yarışacak kadar küçük. Sadece yatak, duvara monte bir masamsı çıkıntı ve bir sandalye var. Zaten amaç gün sonunda maksimum konforsa aradığınız lüks en fazla bu kadar olabilir değil mi? Bu küçük odayla yaşattıkları küçük sürprizin yanında gönül almayı da biliyor Asya’nın diğer yakasının sakinleri. İstisnasız her odada bir pijama var. Kimono tarzında önden düğmeli ve erkekleri sünnet düğünü nostaljisi yaşatan pijamayla yol yorgunluğunu atan bir uykuya dalıyorsunuz.
En eğlenceli yere geldik şimdi de. Tuvalet. Herkesin mutlaka bir kere gördüğü bir şeydir Japon tuvaletleri. Uzay mekiğine öykünen ve yanlış tuşa basarsam “yarı üryan havaya uçar mıyım?” korkusu yaşatan bu tuvaletlerle ilk defa karşılaştığınız anda bir panik olmuyor değil. Zira üzerinde Japonca’dan gayrı bir lisan yok. Sadece şekillerden yola çıkarak, çıkarımınızı yapabilirsiniz. Alttan ısıtmalı kapağa mabadınızı koyup hacetinizi giderdikten sonra rastgele düğmelerle suyu tutturmaya çalışıyorsunuz.
Bu denli, akımın negatif yönünden bakarak izahat geliştirmemin elbette bir sebebi var. Japonya her zaman büyük beklentilerle gidilen bir ülke. Sadece benim değil, çoğu meslektaşım ve dahi farklı seyyahların bu memleketle ilk karşılaşmaları “Ben nereye geldim?” üzerinden cereyan ediyor. Dünyanın geri kalanı ile mukayese edersek; bakış açımız, alışkanlıklarımız, yediğimiz içtiğimiz, yolda yaptığımız yürüyüşler, doğumlar, ölümler, adetler ve ananeler burada bambaşka. Elbette bir nedeni var. Zira sosyoloji denen bilim boşa kürek çekiyor olurdu.
Basite kaçıp “coğrafya kaderdir” genellemesi yapmak istemem. Bunun yanında Japonya gibi bir ülkenin farklılığını anlamak için de en mühim anahtardır bu önerme. Üç aşağı beş yukarı gözünüzün önüne getirdiğiniz zaman, kuzeydoğu-güneybatı şeklinde, Pasifik Okyanusu’na göbeğini salmış bir şekilde oluşan Honşu adlı en büyük adası yanında toplamda 6852 tane adadan oluşuyor “Güneş’in Doğduğu” Japon ülkesi. Vakti zamanında, tam olarak buzul çağında Rusya üzerinden buraya gelen Japonlar, buzullar eriyince ‘kalalım bari’ demişler ve burayı yurt yapmışlar. Bu denli arızalı bir yer olduğunu bilseler kalırlar mıydı? Bilemem. Ancak Asya-Pasifik-Amerika-Filipin plakalarının arasında ve çok hareketli faylarında kavşağındalar. Bu hareketlilikle yaşanan sıkışma engebeli bir peyzaj çıkarıyor karşımıza. Ülkenin yerleşime elverişli alanı neredeyse topraklarının onda biri. Tarıma elverişli alan ise eser miktarda. Sadece pirince odaklanmış. Çok fazla dik yamaçlı sıradağ var ülkede. Bu da oldukça nemli coğrafyada yağışların sele evrilmesine neden oluyor. Bir de volkanlar. Toplamda yüzden fazla volkanla bu konuda enflasyon yaşıyor Japonya ve büyük bir çoğunluğu da aktif bu volkanların. Ve tabi ki tayfunlar. Pasifikten doğru gelen yüksek yıkım gücüne sahip tayfunlardan yılda 26 adet gerçekleşiyor. Son olarak “Liman Dalgası” anlamına gelen tsunamiler…
Sözü sündürmeden bağlamak elzem. Bu kadar zor bir coğrafyada bu insanların yapmaları gereken çok fazla seçenek yok işin açıkçası. Her turumda misafirlerime anlattığım en mühim şey “Japonlar için siyah ve beyaz arasında gri tonları neredeyse hiç yoktur.”. Bu kati kurallar topluluğu aslında bu topraklarda yaşayan insan topluluğunun salahiyeti için. “Bir” olunmazsa, birlik olunmazsa, ortak karar alıp, ortak hareket edilmezse yaşamı zorlayan bu kadar olumsuz kavramın arasında yok olur giderlerdi. Örnek vermek gerekirse İtalya’ya bakalım. Hep derler ya “bu ülkenin güneyi ile kuzeyi başka iki ülke gibi” diye. Japonya’da böyle bir lüks yok maalesef. Deprem, tsunami, tayfun, iklim her yer için aynı riske sahip ve bir aradalık onların en mühim silahı bu olgular karşısında. Başka bir argümanla daha desteklemek gerekirse itibardan dem vurmak iyidir. Dürüst olayım itibardan bayağı bir tasarruf ediyorlar. Bunu imparatorun saray yerleşkesinden anlayabiliyorsunuz. Lakin itibar bu adamlar için kazanılması gereken bir şey değil, kaybedilememesi gereken bir kavram. Onur, haysiyet, gurur oldukça değerli kavramlar. Zira bu adamlar için bunların hepsi bir. Birimiz için hepimiz, hepimiz için birimiz algısının Japon versiyonu diyelim. Dar bir alana sıkışmış şehirleri, dünyaya yön veren ekonomileriyle Japonlar bunu disipline borçlular. Bu yüzden varlıklarına katkı sağlayacak minimum konforu elde ettikten sonra lüksün arayışına kör bakıp gelenlerin de bu hale iştirak etmesini istiyorlar. Başta biraz zor olsa da alışmak kolay bizim için diye düşünüyorum.
Anlamak mutluluk, bu şekilde bakınca değişik bir coğrafyanın değişik adetleri de sis perdesinin ardından el sallamaya başlıyor. Dahası var elbette. Devam edelim….
Kendilerine en yakın Kore ve Çin’den kültürel bir akımın altında kalarak ortak hareket etmenin gerekli olduğuna kanaat getiren Japonların 8. Yüzyıla kadar birlikleri yok gibi. Bu tarihten sonra ivmelenme kazanıyor milli şuurları. Arada küçük çaplı savaşlar oluyor ama tarihlerinde iki kırılma noktasının üzerinde durmak gerek diye düşünüyorum. Bunlardan biri Tokugawa Shogunluğu ile başlayan kapanma, İmparator Meiji ile başlayan açılma dönemi. Zamanı gelince anlatılır ama önce şu Nippon denilen memleket nasıl Japon halini almış değinelim kısaca.
Kubilay Han’ın sarayına vakti zamanında bir kahve içmeye gidip kahvenin hatırına kırk sene kalmanın eşiğinden dönen Marco Polo, Han’nın gözünü karartıp bu ülkeye düzenlediği sefere müşahit yazılır ve de olayı bize aktaran satırları aktarır. Kamakura denilen muhitte yaşanan savaş sırasındaki notlarını kaydederken, yerel dilde “Güneş Ülkesi” anlamına gelen ‘Nippon’ kelimesini ‘Cipangu’ diye yazar. İhtimal ki fonetik bir farklılıktan sebep. Malum bazı dillerde bazı sesler yok, bundan dolayı bir dilden başka dile aktarılırken bazı kelimeler değişir. Küçük bir anektod, Japonlarda da “L” sesi yok. Bu yüzden bendenize ne vakit seslenseler ağızlarından “Hirumi” gibi bir şey çıkıyor, alışılıyor. Sözün özü Marco Polo bize bu adı kazandırıyor efendim. Bu konuya da açıklık getirdiysek şu iki kırılmaya dönelim.
1600’lerde dünyanın boyutları yapılan okyanus aşırı seyahatlerle gittikçe küçülürken, önce Portekizliler, ardından da Hollandalılar çokça gelip gitmişler buraya. Devrin hâkim gücü olan Efendi Tokugawa bu durumun birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyulan bu zor günlerde pek faydalı olmayacağına kanaat getirerek ülkenin tüm limanlarını kapatmış. 2 asırdan gayrı bu zaman diliminde değil yabancı malların ülkeye gelmesi, burnunu ülke topraklarından içeri sokması bile imkânsız bir hale gelmiş. Kendi içinde kapalı bir siyasi ve ekonomik sistem kuran Tokugawa Hanedanı’nın bu politikasının bir yerde sonu gelecekti ki bir Amerikan Amirali süreci hızlandırmış. Matthew Perry adlı bir amiral bir gün çıkar gelir ve der ki “size bir yıl mühlet ya limanları açın ya da biz donanmamız ile açarız!”
Hemen yanı başında Çin’in İngilizlerle girdiği ve hezimetle çıktıkları “Afyon Savaşları” hafızalardayken aynı durumun kader ortağı olmak istemezler ve o devirde tahtta oturan İmparator Meiji’nin verdiği emirle kapalı dönem sona erer ve çağın gereklerine uygun bir restorasyon süreci başlatılır. Kısa sürede başarılı olurlar. Sebep biraz da hanedanın Japonya kurulduğu günden itibaren başta olması. O hanedan ki başka bir zamanda anlatacağım Japon Mitolojisinin Güneş Tanrıçası Amaterasu’nun soyundan gelmekte. Tanrıların soyundan gelen hanedanın, göklerden inen kararla aldıkları eylemler halk arasında sorgulanmaz tabi ki. Başarılı olurlar ve bu başarılarını, II. Dünya Savaşı’nda iki tane atom bombası yedikten sonra bile ülkenin ikinci inşası sırasında da devam ettirirler.
Hülasayı kelam; ulaşılması meşakkatli, girişi pek kolay olmayan, alışması nispeten zor. Sevenin bayıldığı, bahane arayanın da sevmemek adına bahaneleri zincirleme tamlamalarla birbirine ekleyeceği Japonya’nın prolog kısmı bile bize neyin ne olduğunu güzelce izahat ediyor efendim.
Kulak Uleması Hilmi Çalış