NEDEN HALİKARNAS BALIKÇISI VE 1914’DE İSTANBUL’DA TURİZM

NEDEN HALİKARNAS BALIKÇISI VE 1914’DE İSTANBUL’DA TURİZM

Aşk ve hayranlıkla başlayan ilişkilerin ömrü saygıyla uzuyor. Eğer şanslı isek zaman geçtikçe bu ilişki karşılık beklemeden verilen bir sevgiye dönüşüyor. Tıpkı bizlerin mesleğine duyduğu hayranlık, saygı ve sevgi örneğinde olduğu gibi.

Tamamıyla gönüllülük esasına dayanan, sadece profesyonel turist rehberlerinin üye olabildiği, yerel ve uluslararası faaliyet gösteren tek sivil toplum örgütü olması gibi özelliklerinin dışında, mesleğin referans kurumu olma yolunda ilerleyen Cemiyetimizi de bu neden ötürü kurmuştuk. Bizden öncekilerin anlattıklarını anlatmayı ve -özellikle dünyadaki diğer örnekleri gördükten sonra- sahip olduğumuz mirası yaşatarak gelecek kuşaklara aktarmayı arzuladık.

Bunun en etkili araçlarından bir tanesi de özellikli gün ve kutlamalar olsa gerek. 1910’lu yıllarda İhtifalci Mehmet Ziya Bey’in icatları misali ortaya çıkacak yeni adetler kamuoyu yaratma noktasında -mecrası farklılaşsa da- o gün olduğu gibi bugün de geçerliliğini koruyor. Katıldığımız uluslararası etkinliklerdeki temsil gorevlerimiz süresince dünyadan yüzlerce isimle tanışmıştık. Kimi ülkelerde olduğu üzere ulusal bir rehberlik günü fikri bize de sıcak gelmişti. Böylece sıra kamuoyunda ilgi uyandırmayı hedeflediğimiz günü tespit etmeye gelmişti. Tam da böylesi bir noktada herkesi kapsayacak bir gün bulmalıydık ki o ismi bulmamız uzun sürmedi.

Türkiye rehberlerinin piri, Halikarnas Balıkçısı, Cevat Şakir Kabaağaçlı 1890 yılının 17 Nisan gününde dünyaya gelmişti. Gelin, hemen bu noktada Sabahattin Eyüboğlu’nun Balıkçı’yı nasıl anlattığını duyalım;

Bilmeyene zor anlatılır Balıkçı’yı dinlemenin ne demek olduğu. Derin mağaralara kapatılmış rüzgârların birden boşanıvermesi gibi konuşur desem edebiyat sanırsınız. Ama gerçekten bir rüzgâr olur Balıkçı konuşurken. Yıllar yılı içinde birikmiş yıldızlı karanlıklar, masalı ve gerçeğiyle Akdeniz, yaşanmış, tadılmış mavilikler, bir başka türlü yeşil deniz dipleri, bütün bunlar içinde öpülesi, dövülesi, övülesi insanlar, yaratan ve sömüren insanlar Balıkçı’nın ciğerinden palas pandıras, üfürüle tükürüle, çevrile savrula dökülür ortalığa. Dünyanın sisini, pusunu ne temizler? Poyraz bir; Balıkçı‘nın merhabası iki!” 

Böylece doğru günü bulduğumuzu düşündük. 2020 yılından itibaren 17 Nisan’ı Türkiye Rehberler Günü olarak kutladık. 2025 yılı Mart ayında Ankara’da gerçekleşen TUREB Beşinci Genel Kurulu’nda kabul edilen önerge ile TÜRKİYE REHBERLER BAYRAMI olarak kutlanması kabul edilmesi mutluluğumuzu kat kat arttırdı, kutlu olsun.

Sizleri, mesleğimizi ve itibarımızı koruma amacıyla kamuoyu yaratmaya yardımcı olacak bu özel günün sevincini beraber paylaşmaya davet ediyor, hemen herkesin halihazırda çok meşgul olduğu böylesi bir dönemde yanyana gelmemiz zor olsa da gönüllerde bu günü yaşamak ve yaşatmak için bir küçük mesajın yeteceğini hatırlatmak istiyorum.

Bu hatırlatmadan sonra yavaştan asıl konumuza girebiliriz. İstanbul’da Yüzüncü Yıl’a yönelik düzenlediğimiz turların kapsamını meşrutiyetin iade edildiği 1908 yılına kadar genişletmiştik. “Cumhuriyet’e beş kala İstanbul’un Tarih Atlası” adıyla kaleme aldığım, meşrutiyet yıllarında İstanbul’da yaşanan olaylar ile bunlara neden olan olguların yaşandığı mekân ve insanları konu alan yazıları peyderpey yayınlımanaya devam ediyorum. Araştırmalarım esnasında ulaştığım kaynaklardan ilginç bulduklarımı da arkadaşlarımla paylaşıyorum. Bugün sizlere Stefanos Yerasimos’un hazırladığı bir çalışmanın kısa bir bölümünü -yayıncının affına sığınarak- olduğu gibi aktarmak istiyorum zira üstadın daha fazla özetlenmesi mümkün değil. “İSTANBUL 1914-1923, Kaybolup Giden Bir Dünyanın Başkenti ya da Yaşlı İmparatorlukların Can Çekişmesi” adlı eserin 25. sayfasında bulunan SAVAŞIN AREFESİNDE GEZGİNLER başlıklı yazıda 1914 yılında İstanbul’da turizme dair Guide Joanne kaynaklı bilgileri okuyacaksınız. Bu yıllar Balıkçı’nın yirmi dört yaşlarında olduğu yıllardır. Keyifle okuyun.

Hasan Barış Partal

 

“SAVAŞIN AREFESİNDE GEZGİNLER 

Temmuz 1914; Balkanlar’da patlak veren fırtınaya kayıtsız kalan bir Fransız gezgininin kenti ziyaret amacıyla İstanbul’a geldiğini düşünelim. Bu kişinin, dönemin en yaygın turistik gezi rehberi “Guide Joanne” dizisinin, Türkiye ve İstanbul’a ayrılmış olanını yanında getirmiş olması büyük olasılıktır.

Aslında, İstanbul hakkındaki gezi rehberleri uzun süreden beri vardı. Fransızca ilk rehber, galiba, Frédérix Lacroix’ya borçlu olduğumuz ve 1839’da piyasaya çıkan Guide du voyageur à Constantinople et dans ses environs’dur. Daha sonra, sayıları giderek artan gezgin ve turist kitlesine yönelik açıklamalar ve pratik bilgiler içeren yapıtlar çoğaldı. 1860’da, daha o zamanlarda üne kavuşmuş olan Guides Bleus’nun atası Guides Joanne dizisinde, Itinéraire descriptif historique et archeolojique de l’Orient (Doğu’nun Tarihsel ve Arkeolojik Gezi Yolları) adlı bir Ortadoğu rehberi yayımlanmıştı ve bu kitap Osmanlı başkenti hakkında önemli bir bölüm içeriyordu. Bu eserin kazandığı başarı, ona gözden geçirilen, yeniden düzenlenen birçok yeni baskı yapma imkânı sağladı. Bizim gezginimizin cebinde olması gereken baskı 1912 tarihini ve Paris’ten Konstantinopl’a başlığını taşıyordu.

Gezgin hareket etmeden önce, yolunu seçmek için, güzergâh açıklamalarına ayrılmış sayfaları okumaya özen göstermiş olmalıdır. Yolda “Türkiye Hakkında Genel Sözler” bölümüne dalacaktır. Ve sonunda Osmanlı başkentine ayak basar. Şimdi sıra, rehberin “Konstantinopl ve çevresi” bölümünü okumaya gelir. Gezip dolaşırken ona eşlik etmeye ne dersiniz!

Kentin turistik kesimi

Öncelikle adımlanarak keşfedilen İstanbul -bu hiç şaşırtıcı değil- kentin turistik kesimidir; yani, düzenli vapur seferlerinin konuşu ve L’Orient Express’in kente ulaşması ile birlikte her yıl daha fazla gezginin gezip tozduğu kesimi. Muhtemelen savaşın arefesinde, iyi ya da kötü geçen her yıl buraya 40.000 ile 60.000 arasında ziyaretçi geliyordur. Bu, kuşkusuz, her yıl Boğaziçi’nin kıyılarına akan yazlıkçı kalabalığına kıyasla, oldukça mütevazı bir sayıdır. Yine de artış hissedilir düzeydedir. Pierre Loti, Orient-Express’in yüzyılın sonundan beri, “artık kalabalık gruplar halinde oraya (İstanbul) boşalttığı işşiz kitleler”den şikayet ediyordu. Ayrıca o zamanki ziyaretçiler, günümüzdeki benzerlerine oranla çok daha fazla döviz harcıyorlardı. Yüzyılın başındakı yıllık turizm geliri, yaklaşık 2.800.000 sterlin olarak tahmin ediliyor. İmparatorluğun ihracatının onda birine ulaşan bu rakam, ihmal edilebilecek gibi değildi.

Dolayısıyla, ortada turizmden geçinen bir kent vardır; özellikle Haliç’in kuzeyindeki mahalleler. Gezginin ihtiyacı olan bütün kurumlar buradadır: Gezi rehberinde yirmi isimlik bir liste halinde yer alan, hepsi Istanbul’un kuzey tarafında bulunan, başlarında ünlü Pera Palas’ın yeraldığı “asansörlü, banyolu, duşlu, kaloriferli ve elektrik aydınlatmalı, yani her türlü modern konfora sahip oteller”. Avrupa mutfağı ile olduğu kadar Şark mutfağı ile de seçkinleşen lokantalar, bu arada ünlü Tokatlıyan…

Bunlara, gezginin ola ki ihtiyaç duyacağı bir dizi kurum ekleniyor: Crédit Lyonnais, Deutsche Bank ya da Banco di Roma gibi Avrupa’nın büyük kredi kuruluşlarının şubelerini de kapsayan bankalar, bunların yanısıra Osmanlı Bankası ve Selânik Bankası gibi yerel bankalar. Telgraf ve posta büroları. Gezi rehberi turistlere hararetle Osmanlı Postası’ndan çok kendi “ulusal postaları”na başvurmayı öğütlüyor; çünkü büyük güçler kapitülasyonlar sayesinde Osmanlı başkentinde kendi posta kurumlarına sahipler. Elçilikleri ve konsoloslukları unutmamak gerek. Safkan Fransız gezi rehberi, Ayazpaşa sırtlarındaki Alman Elçiliği’ni “bir kışla gibi hantal ve masif” diye nitelendirerek iki arada bir derede Alman militarizmine saldırma fırsatını kaçırmıyor.

“Joanne” Istanbul’da varolan ve gezginin ziyareti sırasında yararlanmak durumunda kalacağı taşıt araçları hakkında da birçok bilgi sağlıyor; İstanbul gibi çok yaygın, Haliç ve Boğaziçi ile birbirinden ayrılmış mahallelerin bulunduğu bir kent için çok önemli bir bölüm bu. Gezi rehberi tramvaylarda bütün vagonların enlemesine bir perde ile iki bölüme bölündüğünü, bu bölmelerden birinin salt kadınların kullanımına ayrıldığını belirtiyor; tarifeleri oldukça karışık olan at arabaları için bir düzine indirme-bindirme noktaları kurulmuş. Kiralık atlar özellikle Taksim Meydanı’nda ya da Istanbul’da Beyazıt Meydanı’nda bulunabiliyor. Trenler Marmara Denizi’nin kıyısındaki kenar semtlere insan taşıyorlar. Tünel’deki metro ya da “şerit”, Karaköy’den Pera’ya kolayca çıkışı sağlıyor. İşletmeciliği Şirket-i Hayriye ile Osmanlı Seyr-i Sefain Şirketi arasında paylaşılmış olan Boğaz vapurları; Haliç’teki kayıklar vb… Bu bölüme, Haliç’i birbirine bağlayan iki köprüden geçen her yayanın 10 para ödemesi gerektiğini eklemek de uygun olur.

Turistik faaliyetlerin çevresinde, hayatını bir ölçüde gezginin söműrülmesi yoluyla kazanan bir “uzmanlar” kalabalığı dolaşıp durur: Gezgini Sirkeci Garı’na ya da Galata Rıhtımı’na ayak bastığı andan itibaren kuşatan hamallar, drogmanlar (tercüman rehberler) ve özellikle Belediye’nin tespit etmiş olduğu tarifeye rağmen “turistler için gerçek bir felaket olan” arabacılar. “Joanne” birçok yerde “bunların yalvarıp yakarmalarına kulak asmamalarını” okurlarına salık verir. Bunun dışında, “harika işler” teklif etmek için oteline kadar gezginin peşine takılan Ermeni simsarlar da vardır. Bunları “hemen kovmak gerekir”. Gezgin, hakiki İstanbullu iki åder, yani bahşiş ve pazarlık hakkında ciddi biçimde uyarılır.

Turist sadece her an istismar edilme tehlikesi ile karşı karşıya değildir; basit karışıklıklarla da karşılaşacaktır: örneğin, “alafranga” saatlerle güneşin batışından hareket edilerek hesaplanan “alaturka” saatlerin dökümü, rehberin sağladığı “denklik tablosuna rağmen birçok karışıklık riski taşır. Fakat en kaygı verici olanı, “dünyada varolan en karmaşık, en kullanışsız para sistemi” olan Osmanlı para sistemidir. Bu sistem Osmanlı lirasına bir nominal değer bir de kendisi de değişikliğe uğrayan bir ticari değer sağlar. Bu yüzden Türk lirası bankalarda 100 kuruşa, kamu kuruluşlarında 102 kuruş 60’a, piyasada 108 kuruşa bozulur! Bu yüzden turistin, bu karmaşıklıktan geçinen değişimcilere (sarraf) işi düşecektir. Sık sık sarrafların eline düşmemesi için turiste “yanında her zaman için bir miktar bozuk para bulundurması” öğütlenir.

Gezgin, öncelikle kentin panoramasının keyfini çıkarmak ve kentin içindeki üç kenti keşfetmek üzere Galata Kulesi’ne çıkmaya çağrılır. Elçilerin, Avrupalı bankacıların ve tüccarların oturduğu, “Batı’nın, onun fikirlerinin, etkinliklerinin, uygarlığının ileri karakolu” Pera ve Galata. Batılı fikirlerin ve yeniliklerin bitmez tükenmez yayılmacılığına, istemeyerek de olsa teslim olan İstanbul ve “görmüş geçirmiş tüm Müslümanların oturduğu, tam anlamıyla Türk kenti olan” Üsküdar.

Bunları, kentin güzergâhlarının ve başlıca anıtlarının anlatımı izler, bu anlatımdan aslan payını, güçlü noktalarını Ayasofya, Hipodrom ve tarihsel surların ziyaretinin oluşturduğu Bizans kenti alır. Gezi rehberi Sultanahmet Meydanı’ndan (At Meydanı) geçerken, II. Wilhelm’in Abdülhamid’e armağan ettiği “Alman kaskı biçimindeki modern çirkin çeşme” hakkında Almanya’ya bir kez daha lâf atmaktan kendini alamaz.

Pitoreskin doğuşu

Paris’ten Konstantinopl’a anıt ve müze ziyaretlerinin dışında, “İstanbul’un Türk mahallelerine dört-beş saatlik bir gezinti” öneriyor. Söz-konusu olan, tramvayların ve arabaların geçtiği ana caddelerin uzağındaki çıkmaz sokaklara, kıyıda köşede kalmış mahallelere dalarak, Rüstem Paşa Camii’nin kenarından geçerek ve sonra Harbiye Nezareti’nin arkasından yukarı tırmanarak, Eminönü’nden Fatih Camii’ne kadar içiçe geçmiş dar sokaklarda gezip dolaşmaktır. Bu gezinti, “farklılıkları içine sindirmek” isteyenlere, “pitoreske”, “gizli saklı kalana” ve “yerel renklere” özlem duyanlara yöneliktir. Büyük ölçüde gelenekselliğini koruyan Eyüp semtinin sokaklarında dolaşırken de karşılaşılabilecek şeyler… Bu semt hakkında rehberimiz şunları yazar: “Sağdaki mezarlıkla soldaki pitoresk Türk evleri arasında dümdüz ilerlenir. Türk renkleri çok açık seçik hale gelir.” Gezgin bu semtlerde “her şeyin üzerini örten dinginliğin, sessizliğin, gizemin tadını” hissetmeden duramayacaktır.

Mevsimlerden yaz olduğuna göre, bizim turist Fenerbahçe’ye gitmek için Boğaz’ın karşı kıyısına geçmeye davet edildiğini de görecektir. Çimenlerle kaplı, harikulade selvilerin gölgelerinin düştüğü bu burun, Kızıltoprak, Erenköy, Göztepe gibi çevredeki yerlerde yazlıkta bulunan Türk toplumunun çok sık geldiği bir yazlık mesire yeridir. Buraya önemli şahsiyetlerin “gösterişli arabalarını, talikalarını ve rengarenk öteki at arabalarını” hayranlıkla seyretmek için gitmek gerekir. Bu gezi, az örtünmüş ya da çoğu kez hiç örtünmemiş çok sayıda Türk kadınını görmek için de iyi bir fırsattır. Fakat bu alanda “çok temkinli olmak gerekir”. Akşam olunca, topluluk, Moda’daki Kuşdili Çayırı adı verilen yere geçer: “Gezginin Türk halkıyla yakın ilişki içine girmek için eline pek az fırsat geçecektir; bu fırsatları değerlendirmesi iyi olur”.

Çok şükür ki bu tür fırsatlar başka zamanlarda da çıkabilir; özellikle 1914 yılının Temmuz ve Ağustos’a rastlayan Ramazan ayında. Bu gezginimiz için, oruç dönemine özgü etkinliklerin içine dalabileceği, büyük bir şanstır bu. Ramazan sırasında, önünde çeşitli yerel zanaatlere ayrılan büyük bir pazara kucak açan Beyazıt Camii’ni ziyaret fırsatını da kaçırmayacaktır. “O sırada çok renkli bir canlılık sürüp gider, oraya gitmemezlik olmaz.” Bizim gezgin Ramazan ayının 15. ve 27. günleri, Ayasofya’daki “olağanüstü ilginç” görünümlü akşam namazlarını izlemeye de gidecektir. Ve böylece, bu akşamlardan keyifli bir biçimde yararlanma akşamlar İstanbul’da “en zor değerlendirilen zaman dilimidir”- olanağına kavuşacaktır. Gezgine, günün sonunda, İstanbul’un en ticari sokaklarından biri olan Direklerarası’na uğraması hararetle önerilir. “Maalesef çok Avrupalılaşmış” olsa da, gezginimiz burada çok “pitoresk bir gezinti” yapacak, kukla tiyatrosundaki Çin gölge oyununu (Karagöz) izleme, güreş seyretme, müzik dinleme imkânına kavuşacaktır. “Dikkati çekmeden çevreyi daha iyi inceleyebilmesi için” başına bir fes giymesi öğütlenmektedir. Buna karşılık turistimiz, Muharrem ayındaki törenleri kaçıracaktır -Muharrem 1914 Kasım’ına denk düşüyordu- (Muharrem ayı boyunca Hasan ve Hüseyin’in şehadetleri Valide Han’da anılır.) Fakat bu, bizim turisti, rehberin yabancı turistlere öğütlediği şekilde, “üzgün bir yüz ifadesi takınma” zorunluğundan kurtaracaktır. Bizim gezgin bir-kaç yıl önce gelmiş olsaydı, kuşkusuz, İstanbul kentinin bu yönlerini görmeden geçip gidecekti. Oysa ahşap evler, cumbaları ve kepenkleriyle yerli yerinde duruyor, Direklerarası’ndaki Ramazan geceleri uzun süredir büyük rağbet görüyor ve Fenerbahçe’deki gezintiler zaten sevilen bir eğlence oluşturuyordu. Ama, o zaman gezi rehberi bunları hiç dikkate almıyordu. “Joanne”ın 1890 baskısı, İstanbul tara-fındaki hanlardan ve kaçınılmaz olarak Kapalıçarşı’dan söz ediyor ama “Türk mahallelerinde herhangi bir gezinti” önermiyordu. Gezginin, gerçekten görülmeye değer sit alanlarına, surların yakınlarındaki Bizans kalıntılarına, Blahernai Sarayı ya da Tekfur Sarayı’na ulaşmak için en kısa sürede geçmesi istenen mahallelerdi… Bunun ötesinde, gezginin ilgisi “dar, dolambaçlı, iki yanında Türk evleri bulunur, ilginç bir yanı yoktur” diye nitelendirilen bir sokağın görünümüne yöneltilmiyordu. “Joanne”ın büyük ölçüde elden geçirilmiş ve güncelleştirilmiş 1902 baskısı bile, büyük anıtsal dekorun gerisinde yaşayan, halı gibi dokunmuş kente aynı derecede kayıtsız kalıyordu.

Peki öyleyse, Osmanlı başkentinin üç yıllık bir süre içinde pitoresk bir kent olması için birdenbire neler olmuştu? Bu Türk kenti hakkında uyanan ilgiyi, acaba 1908 Jön Türk Devrimi’nin Fransız kamuoyunda yarattığı sempati duygusuna mı bağlamak gerekir? Bunda büyük bir olasılıkla Loti’nin etkisini görmek doğru olur. Loti’nin 1906’da yayımlanan Les Désenchantées (Bezgin Kadınlar) adlı kitabı kamuoyunun büyük ilgisiyle karşılaşmıştı. Yazar, yapıtın romantik dokusunun altında, dolambaçlı sokakları ve küçük kahveleriyle, gürültüleri ve kokularıyla, kiliselerin, camilerin, sarnıçların ve sarayların bir ölçü de donmuş kentinden çok farklı, uğuldayan, canlı bir başka kent sunuyordu. Hoşumuza gitse de gitmese de, Loti’den sonra İstanbul’a aynı gözle bakılamaz.

Değişen İstanbul

Arasıra Loti’ye gönderme yapmakla birlikte örneğin Fatih’teki küçük kahvelerin havasını yansıtma sözkonusu olduğu zaman- “Joanne” in hamamları, karagöz seyirlerini ve dervişlerin ayinlerini çağrıştırmak için Théophile Gautier’nin yarım yüzyıl önce çıkan Constantinople’unun ünlü tasvirlerine başvurduğu da olur. Anlattığı bu kente, bazen zamanla pek kayıtlı olmayan bir karakter verir. Ama, rehberlerin ondan aldıkları sahneler uzun süre önce yok olmuşsa da, Gautier’nin kitabının, bu rehberleri bir yüzyıla yakın bir süre beslediği bir gerçektir.

Bununla birlikte, Paris’ten Konstantinopl’a, kentteki değişiklikleri de hesaba katmak için çaba gösterir. Zaten, İstanbul’un modernleşmesi karşısında ikili tavır alır. Kimi zaman, kentin şu semtinin fazla “Avrupalılaşması”ndan yakınır; örneğin 1860 ve 1883’de yanan Kadıköy’ün “küçük bir Avrupa kenti karakterine büründüğünü, bunun ise Kadıköy’ü gezgin açısından çekilmez hale getirdiğini söyler. Kimi zaman da modern bir çöplüğün kuruluşuna sevinir. Bu açıdan, Askeri Okuldan (Harbiye) Nişantaşı’na doğru giden sokağın iki yanının “iyi durumdaki kaldırımlarla kaplı” olduğunu belirtir ve bunun “Konstantinopl’de kelimenin Avrupalı anlamında dolaşılabilecek kamuya ait tek yol” olduğunu ekler.

Rehber, adetlerdeki evrime de değinir ve Batılı alışkanlıkların örneğin çatal kaşık kullanımının ya da eviçi mobilyanın sadece Türk yüksek sosyetesinin değil, küçük burjuvazinin de yaşantısına giderek daha çok girdiğine dikkat çeker. Gizemli, haremlerle dolu kent hakkındaki romantik bakış açısını düzeltmek için de çaba gösterir. Oryantalizm meraklılarını hayal kırıklığına uğratmak pahasına, çokeşliliğe ender rastlandığını, Türklerin büyük çoğunluğunun tekeşli olduğunu belirtir; en son yapılan araştırma da büyük ölçüde bunu doğrular. Türk kadınının durumuna gelince, genel olarak sanıldığından “çok daha az üzücüdür.

“Evlerine hiçbir erkek konuk kabul etmeme, dışarıya sadece çarşaflı çıkma ve cinsiyetlerin karışık bulunduğu toplantı ve eğlence yerlerine girip çıkmama bir yana bırakılırsa, Türk kadınlarının Batılı kadınlardan pek de farklı yaşamadıkları görülür. Dışarı çıkmada, gezip dolaşmada, birbirlerinin evlerine gidip gelmede ya da kendi aralarında eğlenmede tümüyle özgürdürler (…) Özgürlüğü, kurtuluşu düşleyen Bezgin Kadınlara ancak toplumun üst sınıflarında, roman, dergi okurları arasında, yabancı kolonilerin kadınları ile düzenli ilişki içinde olanlar arasında rastlanır. Bunlar çok küçük bir azınlık oluştururlar.”

“Joanne”, Türkiye’nin Tanzimat’tan beri yaşadığı evrimin yanısıra, güncelliğe “yapışmaya” da çalışır. 1912 baskısının önsözünde, dizinin yönetmeni, Konstantinopl’a ve çevresine ayrılan bölümün, “Osmanlı Imparatorluğu’nun güncel siyasal evriminin durmadan yol açtığı son değişimleri kaydetmek üzere güncelleştirildiğini (…) ve dahası, son anda yerinde bir kez daha gözden geçirildiğini” belirtir.

1908 Devrimi’nden çıkan Jön Türk Devrimi, kesinkes hayırhah bir yaklaşıma konu olur. Buna karşılık, devrik sultan Abdülhamid devrimden önceki baskılarda temkinli biçimde ele alınıyordu artık acımasızca yargılanır: O, çevresini sinsi danışmanların kuşattığı, baskıcı bir diktatördü, hükümdarlığı “Türkiye tarihinin en hüzünlü sayfalarından birini” oluşturur, Ermeni katliamının yapılışına, “ahlaki çöküşün, anarşinin, bahşişin ve jurnalciliğin” yerleşmesine tanık olur. Buna karşın rehber, eski rejimin, sultanın cuma namazı için camiye geldiği sırada düzenlenen çok renkli, görkemli selamlık törenlerini arıyora benzer. Ondan sonra gelen, V. Mehmet Reşat bu töreni “cılız” tutar ve töreni izleyenlere “yeni sultanın sakin ve babacan yüzünü” seyretmekten başka bir imkân sunmaz.

“Joanne” Jön Türkleri “iyi niyetli” tutumlarından ve “saygıdeğer ve övgüye layık” çabalarından dolayı yüceltir. Girişilen reformlara, özellikle para sisteminin basitleştirilmesi, idari kademelerde ve ulaşımda Batı saatinin kullanılması girişimi gibi İstanbul’da turistin hayatını kolaylaştırdığı düşünülen reformlara alkış tutar. Aynı şekilde, 1910 yılında 45.000 köpeğin Marmara’nın küçük bir adasına sürüldüğü -nihayet! açıklanır. (Bu İstanbul’un merak edilen konularından biriydi). Aynı şekilde, ülkeyi adına bahşiş denen “o ulusal âdetten” kurtarmak için Jön Türklerin gösterdiği çabalar, “bu kadar tatlı, kökleşmiş bir alışkanlığın bugünden yarına yok olmayacağı bilinmekle birlikte” selamlanır ve gezgin, önüne gelene bahşiş dağıtmayı reddetme yolundaki “ahlakçı girişimlerinde” yeni rejimi desteklemeye çağrılır.

Rehber, Osmanlı Postası’nı geliştirmek amacıyla yeni yöneticiler tarafından girişilen çabaları, turiste yabancı postalara başvurmaya devam etmelerini tavsiye etmekle birlikte över. Aslına bakılırsa, bütün iyi niyetlerine rağmen Jön Türkler dört gözle beklenen bu reformları sonuca ulaştırmayı başaramazlar. “İdarenin bütün kademelerinde üç yıldan beri (hüküm süren) aşırı istikrarsızlık, imparatorluğu anarşinin ve parçalanmanın pençesinden söküp alacak elle tutulur gözle görülür sonuçlar” sunmaz. Sonuçta, “Joanne” in bize gösterdiği haliyle Jön Türklerin İstanbul’u, Kızıl Sultan’ın kentine, kardeşin ablaya benzeyişi gibi benzemeye devam eder.

Yapıtın 1912’deki başlıca güncelleştirilme çalışması… fiilen yangınlarla ilgilidir. Bunun, olayın İstanbul’da yeni bir şey oluşuyla ilgisi yoktur. Fakat Jön Türk Devrimi’ni izleyen yıllarda insanların hayalgüçleri bir dizi büyük yangın sonucunda yara alır. Bu yangınlar belki de kasıtlı çıkartılmıştı, zaten rehber de bunu belirtmekten geri kalmaz. Bu felaketlerden ilki 1908’de Saraçhane’yi olduğu gibi yakıp yıkan yangındır; yangının yıkıntıları üç yıl sonra hâlâ ortalıkta durmaktadır. Sonra sıra 19 Ocak 1910’da, bağrında Osmanlı Parlamentosu’nu barındıran Çırağan Sarayı’na gelir. Saraydan geriye birkaç dış duvar kalır. Nihayet, büyük yangınlardan sonuncusu 23 Temmuz 1911 tarihini taşır. Jön Türk Devrimi’nin kutlandığı bu ulusal bayram gününde, yangın Vezneciler, Çukurçeşme ve Aksaray semtlerindeki 4.000’den fazla evi tahrib eder ve bir gün sonra Balat ve Ayvansaray’a yayılır. “Joanne” tarafından önerilen güzergâhlardan biri felâketten geriye kalan yıkıntıların ortasından geçer ve trajik görünümün yerinde değerlendirilmesine olanak sağlar: Beyazıt’la Aksaray arasında, dört bir yanı “acınacak durumdaki harabeler, çökmüş duvarlar, kavrulmuş, taşlaşmış döküntüler, delinmiş kubbeler, şerefeleri yıkılmış minarelerdir… Bu kadar çok harabenin, bu kadar çok sefaletin oluşturduğu görüntü, çok duygulandırıcıdır”. Kentin “pitoresk” ele alınış biçimine, yangınlar da kendi açılarından katkıda bulunurlar.

Bir turistik rehberden başka bir şey olmadığı ve döneminin önyargılarını taşıdığı için, “Joanne” İstanbul’un birçok yönünü gölgede bırakır. Yolcumuz kent hakkında, kentin ünlü silüetinin, mimari görünümünün ötesinde bir fikir edinmekte güçlük çekecektir. Kentin tasvirlerinde, şurada-burada modern anıtların belirdiği görülür: “1905 ile 1908 arasında inşa edilen etkileyici bir anıt” olan Haydarpaşa’daki Anadolu Demiryolu Garı, yine aynı yörede Fransız mimar Vallaury’nin imzasını taşıyan Tıp Fakültesi ve Askeri Tıbbiye Okulu. Ancak bu binalar özellikle işaret noktaları olarak belirtilir, çünkü manzaraya hâkimdirler. Türk evleri burada, ilgiye değer bir mimari unsur olarak değil, fondaki dekor olarak görünür. “Hiç kuşku yok ki Konstantinopl’daki en güzel şey olan” Boğaz’ın iki kıyısında, “her dönemde değişen, unutulmaz bir görünüm” oluşturan saraylar ve yalılar yer alır, fakat hakkında kısa bir tanıtma yazısı yazılan tek anıt, Boğaz’ın kıyısındaki tek taş bina olan Rumelihisarı’dır.

Kent nüfusunun anlatımı, burada birarada yaşayan farklı “ırklar”la ilgili kimi genellemelere indirgenir. Rehber, kırsal alanda yaşayan ya da “alt sınıflar”a mensup. Türklere övgüler yağdırır; ama başkentli Türk bir türlü onun gözüne giremez. “Batı uygarlığı ile temasa gelince, kentlerdeki Türklerin ırklarının tüm erdemlerini yitirdikleri ve Avrupalılardan yalnızca kusurlarını aldıkları çok sık görülür.” Böylece, liberalizm cilasının altında, “halktan bir Türkün açıkyürekliliği ve iyiliği ile taban tabana zıt”, fanatik, Avrupalılardan nefret eden, tembel, dalavereci, entrikacı, sinsi bir Türk keşfedilir. İstanbullu Ermeniler de Doğu Anadolu’daki soydaşlarının erdemlerini yitirmişlerdir; özellikle de “en çok yabancı düşmanlığı yapan ve en çok çekinilmesi gereken kişiler” olan Babıâlî’nin hizmetindeki (Ermeni) memurlar… Başkentteki Rumların “tavırlarında büyük canlılık” olduğu teslim edilir, fakat kendilerini devamlı “uygarlığın taşıyıcıları” gibi göstermeleri, onları çekilmez ve gülünç kılar. Musevilere gelince, “yabancılara en az tepki gösteren” grubu onlar temsil ederler, işte bu yüzden gezginin başvurmakta çıkarı olan kişiler onlar olmalıdır.

Roland Barthes’in Guide Bleu (Mavi Rehber, ç.n.) hakkında kullandığı ifadeyi tekrar etmek gerekirse, “ırkının özelliklerini taşıyan kimi kişiler, koşulların, sınıfların ve mesleklerin görünümünü maskelemeye hizmet ediyor”. Bizim gezgin, Müslümanların Balkanlar’dan ve Rusya’dan göç etmeleri gibi önemli bir olgu hakkında tümüyle bilgisiz kalacaktır. Ne İstanbul nüfusunun toplumsal çeşitliliği hakkında ne de mahallelerin farklılaşması hakkında fazla bir bilgiye sahip olabilecektir. Şişli ya da Nişantaşı taraflarında “saltanata mensup kişilerin ya da hepsi vezir ya da paşa olan yüksek devlet memurlarının oturduğu “güzel binaları” ya da güzel konakları görme fırsatını elde etse bile, başkentin en yoksul mahallelerini, yani Kâğıthane’deki mesire yeri yerine Haliç’in ucunu işgal eden ya da Yedikule tarafında göçmenler tarafından inşa edilen gerçek gecekonduları göremeyecektir.

İstanbul’un bir milyon sakininin geçimini nasıl sağladığını anlamak, bizim gezgin için zor olacaktır. Yalnızca su sorunu, Bizans su sarnıçları ve Valens (Bozdoğan) su kemeri nedeniyle, birkaç ayrıntı verilerek işlenir. İstanbul, imparatorluğun birinci sanayi kenti olmakla övünebilir; yine de bu faaliyetin Avrupalı metropollerin yanında oldukça mütevazı kaldığı bir gerçektir; bu sanayi içinde göze çarpan, sadece dağınık birkaç parça fabrikadır. Çünkü bu fabrikalar tıpkı kışlalar gibi genel görünüm içinde işaret noktalarını belirlemektedirler; yeter ki “kırmızı kiremitli damlarının ve yüksek bacalarının”, “sevimli küçük vadilerin” önünü kapadığı Paşabahçe Cam Fabrikası gibi fabrikalar bu genel görünümü bozmasın.

Rehber, temizlik ve sağlık bölümünde -kuşkusuz gezgin adaylarını ürkütmemek için- aşırı iyimser havasıyla yanılgıya düşüyor. İklimin sağlıklı ve suyun iyi olduğu açıklanıyor. Eserin yeni baskısının güncelleştirilmesine katkıda bulunan Bakteriyolojihane-i Şâhâne’nin eski direktörü Dr. Remlinger, gezginlere, tifo riskine karşı önlem olarak istiridye yemekten kaçınmalarını hararetle sağlık veriyor; fakat 1910 yılında kentte hüküm süren ve aynı sıralara rastlayan “korkutucu” yangınlara oranla çok daha fazla kurban alan kolera salgınından tek bir kelimeyle de olsa söz etmiyor.

Kamuoyunun görüşlerine gelince, bizim yolcumuzun bundan neredeyse hiç haberi olmayacaktır. Türk milliyetçiliğinin yükselişi çok belirgin olduğu için, farkedebileceği Avrupa’ya karşı duyguları “yabancı düşmanlığı ya da “fanatizme” bağlayacak, ama bunun İtalyan birliklerinin Trablus’u işgali ile ya da kapitülasyonlar, devlet borçları, Tütün Rejisi gibi Batı emperyalizmini simgeleyen kurumlarla bir ilişkisi olabileceğini tahayyül bile edemeyecektir.

Nihayet, “Joanne”de göze çarpan son bir eksiklik, İstanbul’un Balkan Savaşları’ndan sonraki durumudur. Ama bu nokta konusunda yazı kurulunu kınamak doğru olmaz, çünkü rehber, Balkan Savaşları’nın patlak verişinden hemen sonra piyasaya çıkmıştı. 1912 Ekim’inde, Bulgar orduları gelip kentin kapılarında kamp kurmuştu. Birkaç kilometre uzaklıktaki Çatalca ilçesinden yükselen top sesleri, büyük bir paniğin pençesinde kıvranan başkente kadar uzanıyordu. Balkan devletlerinin aralarındaki anlaşmazlıklar İstanbul’u işgalden kurtardıysa da, Balkan Savaşları’nın sonucu, başkentin durumunu büyük ölçüde değiştirecektir. Osmanlıların Balkanlar’da sahip oldukları yerlerin, Doğu Trakya dışında tümüyle yitirilmesi, başkentin bir anda imparatorluğun kenarındaki bir yere itilmesi sonucunu doğurdu.

O dönemden beri, başkenti Anadolu’ya taşıma fikri dile getirilmeye başlandı. Konu öylesine gündeme girmişti ki, bu fikre karşı bir yayıncı, 1913’de İstanbul’un terkedilmesini savunanların savlarına cevap vermek için La Question du Transfert de la Capitale (Başkentin Nakli Sorunu) başlıklı bir kitapçık yayımlama gereğini duydu. Yazar bu kitapçıkta, bir gazeteci tarafından ortaya atılan, Anadolu’da Kayseri yöresinde “Osmaniye” adını vermeyi önerdiği yeni bir başkent kurulması yönündeki projeyi Jules Verne’in romanlarında bile rastlanmayacak kadar saçma sapan bir fikir olarak eleştiriyordu. Bizim gezgin, bundan kuşku duyuyor olmasa da, 1914’de İstanbul uzatmalı bir başkentti.”

 

İstanbul 1914-1923. Kaybolup Giden Bir Dünyanın Başkenti ya da Yaşlı İmparatorlukların Can Çekişmesi

Hazırlayan STEFANOS YERASIMOS

ÇEVİREN Cüneyt Akalın. Akdeniz Dünyası Şehirleri, İletişim Yayınları, 2. Baskı, 1997. s.25-38.

 

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*